Elif Şafak, The Politics of Fiction (Kurgunun Politikası) başlıklı TED konuşmasında "Önce çevrenizdekileri, yaşadıklarınızı ya da gördüklerinizi anlatmaya başlayın" diyen yaratıcı yazarlık veya senaryo kursu öğreticilerinin aksine "Hayalgücünüzün peşinden gidin, hiç olmayan şeyleri yazın" diyor. Bu çok önemli bir nokta. Bir senarist gerçekten yaşanmış ya da yaşanabilecek hikâyeleri mi anlatmak zorundadır? Hayır. Hele de fantastik dünyalara daha çok kapı açan animasyonda neden kendi yaşantılarımla sınır kalayım ki? Umarım bu konuşma, yazmayı seven ve senaryo yolunda ilerleyenler için bir kapı açar.
Elif Şafak'ın konuşmasını izlemek için TED'in linkine tıklayın: http://www.ted.com/talks/elif_shafak_the_politics_of_fiction?language=en
Altyazı kısmından Türkçeyi seçebilirsiniz. Video'yu izleyemeyecek olanlar için de aşağıya çevirisini ekledim. İyi okumalar:)
Ben bir
hikâye anlatıcısıyım. Yaşamımda yaptığım budur hikâyeler
anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile
ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum, ve ayrıca cin adı verilen
latif varlıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi
yaşam öyküme dair bazı kesitler paylaşmak istiyorum. Bunu elbette
kelimeler aracılığı ile yapacağım, ama bir de geometrik bir şekil
kullanacağım: çember. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle
karşılaşacaksınız.
Fransa
Strasbourg'da Türk bir anne babanın çocukları olarak doğdum. Kısa
süre sonra ebeveynlerim boşandılar ve ben de annemle beraber Türkiye
döndüm. O günden sonra, bir dul annenin yetiştirdiği tek bir çocuk
olarak büyüdüm. 1970'li yılların Ankara'sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz
muhit evin reisinin baba olduğu geniş ailelerle doluydu. Yani ataerkil
bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki
ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı,
iyi eğitimli, laik, modern, Batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer
tarafta ise yine beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli
ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın
geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı defetmek için
kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi.
Anneannemin
çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde
siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler
mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil
sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu
dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra
hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve
akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki
rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir
tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini
görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı
olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek
etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi.
Bu ondan
öğrendiğim nice kıymetli dersten bir tanesidir. Eğer hayatınızda bir
şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan
ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride
kuruyup kalacaktır. Şimdi hepimiz sosyal ve kültürel bir çeşit çemberin
içinde yaşıyoruz. Hepimiz. Belli bir aileye, ulusa ve sınıfa bağlı olarak
doğuyoruz. Ama kanıksadığımız ortamın ardındaki dünyalarda herhangi
bir bağlantımız olmazsa, o zaman bizim de içten içe kuruma riskimiz
vardır. Hayal gücümüz daralabilir. Kalplerimiz
küçülebilir. İnsanlığımız azalabilir. Eğer kendi kültürel kozamızın
içinde çok uzun süre kalırsak. Arkadaşlarımız, komşularımız, iş
arkadaşlarımız ve ailemiz, şayet en yakın çemberin içindeki herkes birbirine
benziyorsa, aynadaki görüntümüzle kuşatılmışız demektir.
Anneannem
gibi kadınların Türkiye'de yaptıkları bir başka şey de aynaları
kadifelerle örtmek veya ters çevirerek duvara asmaktır. Bu eski bir
doğu geleneğidir. Bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının
sağlıksız olduğu bilgisinden beslenen bir gelenektir. İronik olan,
benzer fikirleri paylaşan cemaatlerde yaşama eğilimi günümüzün globalleşen
dünyasındaki en büyük tehlikelerden biridir. Ve bu her yerde yaşanan
bir şey, liberallerde de, muhafazakârlarda da, agnostiklerde de
inançlılarda da, zenginlerde de fakirlerde de, Doğu'da da Batı'da da...
Benzerliklerden/ayrılıklardan
hareketle kümelenme ve daha sonra da diğer insan
kümeleri hakkında önyargılar üretme eğilimindeyiz. Benim fikrime
göre, bu kültürel getto'ları aşmanın yollarından biri hikâye anlatma
sanatıdır. Hikâyeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımızda
küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak ötekini görebilir, hatta
zaman zaman gördüğümüzü sevebiliriz.
Kurgusal
öyküler yazmaya sekiz yaşında başladım. Annem bir gün elinde turkuaz rengi
bir defter ile gelip kişisel bir günlük tutmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi
sordu. Bugünden geriye bakınca, akıl sağlığımla ilgili hafif
bir endişesi olduğunu düşünüyorum. Evde sürekli hikâyeler
anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunları hayali arkadaşlarıma
anlatıyordum, bu pek iyi değildi. İçine kapanık bir
çocuktum; renkli boya kalemleriyle iletişime geçecek ve çarptığım
objelerden özür dileyecek boyutta. Annem de gün gün
yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi
gelebileceğini düşünmüştü. Ama annemim bilmediği bir şey vardı:
hayatımı son derece sıkıcı buluyordum ve yapmak istediğim en son şey
kendim hakkında yazmaktı. Bundan ziyade, kendim yerine başka insanlar ve
yaşadıklarım yerine hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu
yazmaya karşı tutkum bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri,
kurgu benim için otobiyografik bir dışavurumdan ziyade öte
dünyalara, başka olasılıklara yapılan aşkın bir yolculuktu. Ve lütfen
sabır gösterin. Bir çember çizip yeniden bu noktaya döneceğim.
Hemen hemen
aynı dönemde başka bir şey daha oldu. Annem diplomat olarak görev yapmaya
başladı. Böylece anneannemin küçük ve batıl inançlı orta sınıf muhitinden
dışarıya çıkarak, Madrid’de şık, havalı bir uluslararası okulda tek
Türk olarak kendimi buluverdim. İlk defa burada "temsili
yabancı" adını verdiğim şeyle de karşılaşmış oldum. Sınıfımızda,
her ulustan öğrenci vardı. Ama bu çeşitlilik, kozmopolit eşitlikçi bir
sınıf demokrasisi getirmiyordu. Aksine, her bir çocuğun kendisinin
bir birey olarak algılanmadığı bunun yerine daha büyük bir şeyin
temsilcisi olarak görüldüğü bir atmosfer oluşmasına neden
olmuştu. Minyatür bir Birleşmiş Milletler gibiydik, aslında
eğlenceliydi, ta ki, bir din ya da ulus hakkında olumsuz olarak
algılanan bir haber duyulana dek. O zaman, onu temsil eden
çocukla dalga geçilir, alay edilirdi. Ben de bunu yaşadım, çünkü bu
okula devam ettiğim süre boyunca ülkemde bir askeri darbe
yaşandı, bir tetikçi Papayı vurdu ve Türkiye Eurovision şarkı
yarışmasında sıfır puan aldı.
O günlerde
sıklıkla okulu asar ve bir denizci olmanın hayalini
kurardım. Kültürel klişeler ile ilgili ilk deneyimimi de orada
aldım. Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum "Gece yarısı
Ekspresi" filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara
içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin sigara tiryakisi olduğunu
sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı merak
ediyorlardı. Bunların ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da
bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü. İspanya'dan
sonra Ürdün'e, Almanya'ya gittik ve Ankara'ya döndük. Gittiğim her
yere yanımda taşıyabileceğim tek bavulum hayalgücümdü. Hikâyeler bana
başka türlü sahip olamayacağım bir merkeziyet devamlılık ve
tutarlılık hissi verdi.
Yirmili yaşlarımda
İstanbul'a taşındım, âşık olduğum şehir. Çok canlı ve kozmopolit bir
muhitte yaşadım ve birkaç romanımı burada yazdım. 1999'da deprem
İstanbul'u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan
çıktığımda, sokakta gördüğüm bir şey hızımı kesti. Mahallenin bakkalı
oradaydı -- huysuz ve alkol satmayan yaşlı bir adam vardı marjinal
tiplerle konuşmazdı. Uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri
akmış bir transseksüelin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini
açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim. Ve
depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan temel görüntü budur
--muhafazakâr bir bakkal ile ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana
sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi
farklılıklarımız buharlaşır, ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz
Bir oluruz. Ama ben her zaman hikâyelerin de benzer bir etkisi olduğuna
inanmışımdır. Kurgunun bir deprem kadar gücü olduğunu
söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, kendi küçük apartman
dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş
olduğumuz, hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek
başımıza geceye dalarız.
Bundan kısa
süre sonra, önce Boston sonra da Michigan'a bir kadın kolejine
gittim. Bu yolculukları coğrafi bir değişimden ziyade dilsel bir
değişim olarak yaşadım. İngilizce roman yazmaya başladım. Göçmen,
mülteci veya sürgün değilim. Öyleyse bunu neden yaptığımı
soruyorlar. Ama diller arasında seyahat etmek bana kendini yeniden yaratma
şansı veriyor. Türkçe yazmayı çok seviyorum, bana göre çok şiirsel ve
duygusal bir dil. Ve İngilizce yazmayı da seviyorum; benim için matematiksel
ve zihinsel. Yani her bir dil ile farklı bağlarım olduğunu
hissediyorum. Benim için İngilizce, tıpkı bugün dünyadaki milyonlarca
insan için olduğu gibi, “sonradan edinilmiş” bir dil. Bir
dile sonradan vardığınızda, orada daimi bir hayal kırıklığı
yaşarsınız. “Sonradan gelenler” olarak, hep daha çok şey söylemek, daha
iyi şakalar patlatmak, kendimizi daha iyi ifade etmek isteriz. Ama
akıl ve dil arasında bir boşluk vardır ve bu ayrılık göz
korkutucudur. Ama eğer bundan ürkmemeyi başarırsak aslında son derece
de motive edicidir. İşte benim Boston'da keşfettiğim buydu
-- yaşadığım dilsel hüsran aynı zamanda motive ediciydi.
Bu aşamada,
hayatımın seyrini giderek artan bir endişeyle seyreden
anneannem, günlük dualarına benim bir an önce evlenip bir
yerlere yerleşmemi de eklemeye başladı. Ve Allah’ın sevgili kulu
olduğu için ben de evlendim. Ama yerleşmek yerine, Arizona’ya
gittim. Ve kocam da İstanbul’da olduğu için İstanbul ve Arizona arasında
gidip gelmeye başladım. Dünya üzerinde birbirinden daha farklı iki
yer daha olamaz sanırım. Sanırım benim bir yanım hep göçebe oldu; hem
fiziksel hem de ruhsal açıdan. Hikâyeler bana eşlik eder; varoluş
yapıştırıcısı gibi parçalarımı ve hafızamı bir arada tutarlar.
Öte yandan, hikâyeleri ne kadar
çok sevsem de, bir hikâyenin sadece bir hikâyeden fazla bir şey
olarak algılanması halinde, sihrini de kaybettiğini düşünmeye başladım
artık. Ve bu sizinle birlikte düşünmek istediğim bir konu. İngilizce
yazdığım ilk romanım Amerika'da yayınlandığında, bir eleştirmenden ilginç
bir yorum aldım. "Kitabını beğendim" dedi "ama keşke daha
farklı yazmış olsaydın". Ne demek istediğini sordum. "Şöyle bir
baksana, romanda pek çok İspanyol, Amerikan karakter olmasına rağmen sadece
tek bir Türk karakter var, o da bir erkek." Sözü edilen roman
Boston'da bir üniversite kampüsünde geçiyordu. Bana göre Türk
karakterlerden ziyade enternasyonel karakterler içermesi konusundan
dolayı normaldi. Ama eleştirmenimin ne aradığını anladım. Ve onu
hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğimi de anladım. Zira benim
kimliğimin birebir yansımasını görmek istiyordu. Yazar öyle olduğu için
kitapta Türk bir kadın görmek istiyordu.
Hikâyelerin
dünyayı nasıl değiştirdiğinden sıklıkla bahsederiz. Ama kimlik
politikalarıyla dolu dünyanın hikâyelerin okunma ve
eleştirilme süreçlerini nasıl etkilediğini de görmeliyiz. Pek
çok yazar bu baskıyı hisseder, ama özellikle batılı olmayan yazarlar bunu
çok daha ağır hisseder. Ama eğer benim gibi Müslüman bir dünyadan gelen bir
kadın yazarsanız, o zaman sizden Müslüman kadınların hikâyelerini -
ve tercihen mutsuz hikâyelerini - yazmanız beklenir. Bilgilendiren,
dokunaklı ve karakteristik hikâyeler yazmanız ve yeni, deneysel ve avangard
yazın türlerini Batılı meslektaşlarınıza bırakmanız beklenir. Madrid'deki
o okulda çocukluğumda deneyimlediğim şeyler şu anda edebiyat dünyasında
yaşanıyor. Yazarlar, farklı kişilikleri olan yaratıcı bireyler olarak
görülmekten ziyade kendi kültürlerinin temsilciler olarak
algılanıyorlar. Çin'den bir kaç tane, Türkiye'den bir kaç
tane, Nijerya'dan birkaç tane... Hepimizin çok farklı, hatta “sıra dışı”
bir şeye sahip olduğu sanılıyor.
Yazar ve
göçebe James Baldwin 1984'de bir röportaj sırasında
sürekli homoseksüelliği ile ilgili sorulara maruz kalmıştı. Gazeteci
onu “gay bir yazar” olarak yaftalamaya çalışınca Baldwin durdu ve
şöyle dedi, "Görmüyor musunuz? Başkalarında olmayan hiç bir şeye
sahip değilim ve benim sahip olduğum her şey de herkesinkiyle
bir.” Kimlik politikaları bizlere etiketler takmaya çalıştığında hayal
kurma özgürlüğümüz tehlikeye girer. "Çok kültürlü edebiyat"
denilen ve Batı dünyası dışından gelen bütün yazarların
doluşturduğu bir sanatsal kategori var. Yaklaşık 10 sene önce,
Harvard meydanında ilk "çok kültürlü edebiyat okuması" deneyimimi
asla unutmayacağım. Üç yazardık, birisi Filipinlerden, bir Türk ve
bir de Endonezyalıydık, fıkra başlangıcı gibi malum. Bir araya getirilmiş olma
nedenimiz aynı artistik zevkleri paylaşmamız ya da aynı edebi
üslüba sahip olmamız değildi. Sadece pasaportlarımız
yüzündendi. Çok kültürlü yazarlardan gerçek hikâyeler anlatmaları
beklenir, hayalgücü ürünü pek beklenilmez. Kurguya bir misyon
atfedilir. Bu şekilde sadece yazarların kendileri değil onların
kurguladıkları karakterler de daha büyük bir şeyin temsilcisi gibi
algılanır.
Ama hemen
eklemeliyim ki bir hikâyeyi bir hikâyeden fazla bir şey olarak görme
eğilimi sadece Batı'dan gelmiyor. Bu her yerde böyle
olabiliyor. 2005 yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları
yüzünden mahkemelik olduğumda bunu ilk elden deneyimlemiş oldum. Bir
Ermeni ve bir Türk ailesinin hikâyesini kadınların
gözlerinden anlatan, yapıcı, katmanlı bir roman yazmak
istedim. Ama hakkımda dava açılınca benim mikro hikâyem bir makro
meseleye dönüştü. Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için kimileri beni
yerdi, kimileri övdü. Oysa her iki kesime de bunun sadece bir kurgudan
ibaret olduğunu anımsatma gereği hissettiğim zamanlar oldu. Sadece bir
hikâyeydi. Ve "sadece bir hikâyeydi" derken işimi
küçümsüyor da değilim. Ben edebiyatı kendisi için sevmek
istiyorum, bir araç gibi görmek değil.
Yazarların
politik görüşleri olabilir, hatta iyi politik romanlar da
yazılabilir ama edebiyatın dili ile siyasetin dili aynı şey
değildir. Chekhov, "Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru
bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı meseledir."
demiştir. "Ve sadece ikincisi sanatçının yapabileceği bir
şeydir." Kimlik politikaları bizleri böler, hikâyeler ise
birleştiriyor. Birisi kallavi genellemelerle ilgileniyor. Diğeri ise
nüanslarla. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise hudut
tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan örülüyor. Edebiyat ise
akan bir su gibi.
Osmanlılar
döneminde "meddah" adı verilen seyyar hikâye anlatıcıları
vardı. Kahvehanelere gider, izleyicilerin önünde hikâyeler anlatırlar,
çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikâyedeki her yeni karakterle
birlikte, meddah sesini değiştirir, o karakteri
canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi, sıradan insanlar,
hatta Sultan bile, Müslümanlar ve Gayrimüslimler. Hikâyeler sınırların
ötesine geçer. Tıpkı Orta Doğu'da, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya'da
çok yaygın ve popüler olan "Nasreddin Hoca" hikâyeleri gibi.
Bugün de dün olduğu gibi, hikâyeler sınırları aşmaya devam
ediyorlar. Filistinli ve İsrailli politikacıları
konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistinli
bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor ve Yahudi bir okur
da Filistinli yazarınkini, empati kurarak. Edebiyatın bizi daha da öteye
taşıması lazım. Eğer bunu başaramazsa zaten iyi bir edebi eser
değildir.
Kitaplar
beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocukluktan kurtardılar. Ama
onları putlaştırma tehlikesinin de farkındayım. Şair ve mistik
Rumi ruhsal eşi Şems-i Tebrizi ile karşılaştığında, Şems’in ilk
yaptığı şeylerden birisi Rumi'nin kitaplarını suya atmak ve harflerin
yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der, "Sizi kendinizden
öteye götürmeyen bilgi cehaletten beterdir." Bugünün kültürel
gettolarının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok
şey biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden daha öteye
götürmeyen bilgi bizi elitist yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok
sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek
yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve yere kök
salmıştır; ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir
çember çizer. Ben kendi edebiyatımı da buna benzetiyorum. Bir ayağım
İstanbul'da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı
geziyor, farklı kültürler arasında köprüler kuruyor. Bu açıdan, kurgularımın
hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de her yerden olduğunu
düşünmeyi seviyorum.
Aranızda
İstanbul'u bilenler büyük ihtimalle Topkapı Sarayı'nı da
görmüşlerdir, 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı Sultanları
orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyelerin bulunduğu
bölmelerin hemen dışında binaların arasında "Cinlerin Meşveret
Yeri" denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi
çekiyor. Bir şeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek
güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten
yapılmış Cin denilen doğaüstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme
eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da
böyle aralıklara, belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda
ben bu belirsizliği ve değişkenliği sevgiyle kucaklıyorum. 10 sayfa
sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerim beni
şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda Müslüman bir kadının
hikâyesini yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikâye olur. Bir
sonraki kitabımda ise Norveç’ten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor
olabilirim. Kalpten geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında
yazabiliriz.
Audre Lorde
bir defasında "Beyaz babalar bizlere düşünüyorum öyleyse
varım demeyi öğrettiler" demişti. Ama onun önerisi
"Hissediyorum, öyleyse özgürüm" diyebilmek idi. ben bunun harika
bir paradigma kayması olduğunu düşünüyorum. Ama o zaman neden bugün
hâlâ yaratıcı yazım kurslarında öğrencilere öğrettiğimiz ilk şey şu
oluyor: Bildiğiniz şeyi yazın. Belki de bu başlamak için doğru bir
yol değildir. Yaratıcı edebiyatta illa da bildiğimiz şeyi ya da olduğumuz
şeyi yazmamız gerekmiyor. Gençlere - ve kendimize - kalplerimizi
genişletmeyi ve hissettiklerimizi yazmayı öğretmemiz
gerekiyor. Kendi küçük kültürel gettomuzdan dışarıya çıkmalı ve gidip
bir sonrakini ziyaret etmeliyiz ve bir sonrakini...
Sonuçta,
hikâyeler dönen semazenler gibiler, çember ötesi çemberler
çizerler. Kimlik politikalarını aşarak tüm insanlığı
birleştirirler. Ve bu da iyi haber. Eski bir Sufi şiiri ile bitirmek
istiyorum. "Gelin tanış olalım; İşi kolay kılalım; Sevelim
sevilelim; Dünyaya kimse kalmaz."
Teşekkür
ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder