Bu konuşmaya video olarak şu linkten ulaşabilirsiniz:
http://www.ted.com/talks/andrew_stanton_the_clues_to_a_great_story.html
Yazılı hâli de benden gelsin:
Bir turist İskoçya’yı sırt çantasıyla gezerken içki içmek için bir bara girer. O sırada barda sadece barmen ve birasını yudumlayan yaşlı bir adam vardır. Bir bardak ısmarlar ve bir süre sessizce oturur. Birden yaşlı adam ona döner ve “Bu barı görüyor musun? Bu barı ülkedeki en iyi ağaçlardan kendi ellerimle yaptım. Ona kendi çocuğumdan daha fazla sevgi ve ilgi gösterdim. Peki bana bar ustası MacGregor diyorlar mı? Hayır.” der. Pencereden dışarıyı gösterir. “Oradaki taştan duvarı görüyor musun? O duvarı kendi ellerimle ördüm. Taşları tek tek topladım, yağmur ve sağlık demeden olduğu gibi yerleştirdim. Peki bana taş duvar ustası MacGregor diyorlar mı? Hayır.” Pencereden dışarısını gösterir. “Oradaki iskeleyi görüyor musun? O iskeleyi kendi ellerimle yaptım. Tahtaları dalgaya karşı kuma teker teker dizdim. Peki bana iskele ustası MacGregor diyorlar mı? Hayır. Ama bir tane keçinin ırzına geç…”
Hikâye anlatmak, fıkra anlatmaktır.
Vurucu noktasını bilmektir. Sonunu bilmek, ilk cümleden sonuncuya kadar tüm
anlattıklarının tek bir amaca hizmet ettiğini ve ideal durumda insan olarak kim
olduğumuz anlayışını derinleştiren bir gerçeği doğrulamaktır. Hepimiz
hikâyeleri severiz. Onlar için yaratılmışız. Hikâyeler kim olduğumuzu doğrular.
Hepimiz yaşamlarımızın bir amacı olduğuna inanırız. Ve hiçbir şey bizi
hikâyelerin yaptığı kadar yaşamamızın bir amacı olduğuna inandıramaz. Onlar
zamanın sınırlarını aşarlar. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği ve bizim gerçek ya da
hayal ürünü kahramanlarla kendi aramızda benzerlikler bulmamıza izin verirler.
Çocuk programı sunucusu Bay Rogers
bir sosyal hizmet çalışanından duyduğu şu sözü her zaman cebinde taşırdı:
“Açıkçası dünyada hikâyesini duyduktan sonra sevmeyi öğrenemeyeceğimiz insan
yoktur.” Benim bunu yorumlama şeklim büyük olasılıkla en önemli hikâye anlatma
kuralı: “Merak etmemi sağla.” Lütfen duygusal olarak, mantıksal olarak, estetik
olarak sadece merak etmemi sağla.
Hepimiz önemsememenin ne olduğunu
biliriz. Yüzlerce televizyon kanalı arasından bir kanaldan diğerine atlarsınız
ve sonunda birisinde durursunuz. Programın yarısı bitmiştir, ama bir şey sizi
içine çeker ve merak edersiniz. Bu şans eseri değildir, öyle tasarlanmıştır.
Böylece ben de size geçmişimin hikâye olduğunu, nasıl onun için yaratıldığımı
ve bu süreç içinde bu konunun önemini nasıl anladığımı, anlatırsam ne olacağını
düşündüm. Olayları daha ilginç hâle getirmek için sondan başlayacağız ve başa
doğru ilerleyeceğiz. Eğer bu hikâyenin sonundan başlayacak olsaydım, buna
benzer bir şey olurdu. Ve bu en sonunda burada TED’de size hikâye bahsetmeme
yol açan şey. Ve bir hikâyeden en son çıkardığım ders bu yıl 2012’de çekimleri
biten filmi tamamlamaktı. Filmin adı “John Carter”. “Mars Prensesi” isimli
kitaptan uyarlandı, yazarı Edgar Rice Burroughs. Edgar Rice Burroughs kendini bu
filme bir karakter ve anlatıcı olarak dâhil etti. Kendisi zengin amcası John
Carter tarafından “hemen gel” yazan bir telgrafla malikanesine çağrılır. Ancak
oraya vardığında, amcasının gizemli bir şekilde öldüğünü ve arsadaki mozoleye
gömüldüğünü öğrenir.
“John Carter”dan bir sahne:
Uşak: Bir anahtar deliği yok.
Sadece içeriden açılır. Israr etti, mumyalamak yok, açık tabut yok, cenaze yok.
Geri kalanımıza benzeyerek amcanın hükmettiği gibi bir zenginliği elde
edemezsin değil mi? Gel içeri girelim.
Bu sahne, kitapta olduğu gibi,
aslında bir şey vadediyor. Size bu hikâyenin zamanınıza değecek bir yere
gideceğini vadediyor. Tüm iyi hikâyelerin başlangıçta bunu yapması gerekir,
vaatte bulunmaları gerekir. Bunu sayısız şekilde yapabilirsiniz. Bazen “evvel
zaman içinde..” kadar basit.
Carter’ın bu kitaplarında her zaman
Edgar Rice Burroughs anlatıcı olarak yer alır. Ben her zaman bunun harika bir
araç olduğuna inandım. Sanki birisinin “gel sana bir hikâye anlatayım, benim
değil başka birisinin başına geldi ama vaktine değer” demesi gibi. İyi bir
vaat, tıpkı bir sapana tutturulmuş bir çakıl taşı gibi sizi hikâyenin başından
sonuna kadar sürükler. 2008’de o zamanlar hikâye hakkındaki bütün teorilerimi
bu projede algımın sınırlarına kadar zorladım.
Diyalog olmadan hikâye anlatmak. Bu
sinematik hikâye anlatımının en saf hâli. Bu seçebileceğimiz en kapsamlı yol.
Bu gerçekten içime doğan bir şeyi doğruladı: Seyirci aslında yemeği için
çalışmak ister. Sadece bunu yaptığını bilmek istemez. Bir hikâye anlatıcısı
olarak sizin göreviniz, seyircinin yemeği için çalıştığı gerçeğini saklamak.
Biz doğuştan problem çözücüyüz.
Çıkarım yapmak ve sonuca varmak zorunda bırakılırız. Çünkü gerçek hayatta
yaptığımız şey bu. Bu iyi organize olmuş bilgi yoksunluğu bizi içine çeker.
Bebeklere ve yavru köpeklere olan ilginizin arkasında bir neden var. Sadece çok
tatlı olduklarından değil, aynı zamanda ne düşündükleri ve niyetlerinin ne
olduğunu tamamen ifade edemedikleri için. Bu bir mıknatıs gibi bizi çeker.
Kendimizi bir cümleyi tamamlamaktan ve onun içini doldurmaktan alıkoyamayız. Bu
hikâye anlatım aracını ilk defa gerçekten “Kayıp Balık Nemo” (Finding Nemo)
filmini Bob Peterson’la yazarken anladım. Buna iki artı ikinin birleştirici
teorisi diyoruz.
Parçaları seyircinin birleştirmesini sağla. Onlara dördü verme. İki artı ikiyi ver. Onlara verdiğiniz elementler ve bunları veriş sıranız seyircinin ilgisini çekmek için en önemli unsur. Editörler ve senaristler başından beri bilirler. Bütün hikâyeye dikkat etmemizi sağlayan bunun görünmez olarak işlenmesi. Bunu kuralları tam olarak belli bir bilim gibi göstermek istemiyorum. Çünkü öyle değil. Hikâyeleri bu kadar özel yapan da bu. Birer alet değiller, kesin değiller. Hikâyeler kaçınılmazlar, eğer iyilerse ancak tahmin edilebilir değiller.
Parçaları seyircinin birleştirmesini sağla. Onlara dördü verme. İki artı ikiyi ver. Onlara verdiğiniz elementler ve bunları veriş sıranız seyircinin ilgisini çekmek için en önemli unsur. Editörler ve senaristler başından beri bilirler. Bütün hikâyeye dikkat etmemizi sağlayan bunun görünmez olarak işlenmesi. Bunu kuralları tam olarak belli bir bilim gibi göstermek istemiyorum. Çünkü öyle değil. Hikâyeleri bu kadar özel yapan da bu. Birer alet değiller, kesin değiller. Hikâyeler kaçınılmazlar, eğer iyilerse ancak tahmin edilebilir değiller.
Bu yıl Judith Weston adındaki bir
oyunculuk öğretmeninden bir kurs aldım. Ve karakterin iç yüzüne dair bir şey
öğrendim. Ona göre bütün iyi yaratılmış karakterlerin bir omurgası var. Ana
fikir şu ki, karakterin bir iç motoru var, peşine düştükleri baskın, şuursuz
bir amaçları, durduramadıkları bir kaşıntıları var. Michael Karleone’yle ilgili
harika bir örnek verdi. “Baba”daki Al Pacino’nun karakterinin omurgası büyük
ihtimalle babasını memnun etmekti. Ve bu her zaman bütün seçimlerini
yönlendiren bir şeydi. Babası öldükten sonra bile hâlâ bu kaşıntıya son vermeye
çalışıyordu. Bunu hemen benimsedim. “Wall-e”ninki güzelliği bulmaktı. “Kayıp
Balık Nemo”daki baba Marlin’inki zararı engellemekti. Ve Woody’ninki çocuğu
için en iyisini yapmaktı. Bu omurgalar sizin her zaman en doğru seçimi
yapmanızı sağlamaz. Bazen bunlarla berbat seçimler yapabilirsiniz.
Ben baba olduğum için ve
çocuklarımın büyümesini izlediğim için çok şanslıyım, gerçekten inanıyorum ki
belli bir mizaçla doğuyorsunuz ve belli bir yolda ilerliyorsunuz. Ve bu konuda
söz hakkınız yoksa bunu değiştirmenin yolu yok. Yapabileceğiniz tek şey onu
kabul etmeyi öğrenmek ve sahiplenmek. Bazılarımız pozitif özelliklerle
doğmuşuz, bazılarımız negatif. Ama sizi yönlendiren şeyin ne olduğunun farkına
varacak ve direksiyonun başına geçecek kadar olgunlaştığınızda önemli bir
eşikten geçilir.
Ebeveynler olarak sürekli
çocuklarımızın kim olduğunu öğreniyoruz. Onlar kim olduklarını öğreniyorlar.
Siz de hâlâ kim olduğunuzu öğreniyorsunuz. Yani sürekli öğreniyoruz. Bu yüzden
hikâyede değişim esastır. Eğer olaylar hareketsiz kalırsa hikâyeler ölür, çünkü
hayat hiçbir zaman hareketsiz değildir.
1998’de “Oyuncak Hikâyesi” (Toy
Story) ve “Bir Böceğin Yaşamı” (A Bug’s Life)nı bitirdiğimde senaryo yazımına
kendimi kaptırmıştım. Çok daha iyi olmak ve öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek
istiyordum. Bu yüzden araştırabileceğim her şeyi araştırdım. Sonunda İngiliz
oyun yazarı William Archer’in şu muhteşem sözüyle karşılaştım:
“Drama belirsizlikle
çeşnilendirilmiş beklentidir.”
Bu işin tam da özüne inen bir bakış
açısı. Bir hikâye anlatırken beklenti de yaratıyor musunuz? Kısa vadede beni
sonra olacaklar hakkında meraklandırabiliyor musun? Ama daha önemlisi beni uzun
vadede nasıl sonuçlanacağı hakkında meraklandırabiliyor musun? Sonucun ne
olacağı hakkında şüphe uyandıran dürüst çatışmalar yaratabildiniz mi? Bunun bir
örneği “Kayıp Balık Nemo”da var, kısa süreçte, Dory’nin Marlin’in ona tüm
anlattıklarını unutmasına neden olan kısa zamanlı hafızası hakkında
endişeleniyordunuz. Ama bunun altında, bu kocaman okyanusta Nemo’yu bulabilecek
miyiz gerginliği vardı.
Pixar’daki ilk günlerimizde bir
hikâyenin içinde olan yerlere götürdüğünü görmek ilginç. Yılın bu zamanında,
1993’te, başarılı bir animasyon olarak görülen filmlerin “Küçük Denizkızı” (The
Little Mermaid), “Güzel ve Çirkin” (Beauty and the Beast), “Alaaddin”, “Aslan
Kral” (The Lion King) olduğunu hatırlamalısınız.
Tom Hanks’e “Oyuncak Hikâyesi”nin
fikrinden ilk bahsettiğimizde “Benim şarkı söylememi istemiyorsunuz değil mi?”
dedi. Bence bu, o zamanlarda insanların animasyonun nasıl olması gerektiği
hakkındaki fikirlerine harika bir örnek. Bizim kanıtlamak istediğimiz şey
animasyonda tamamen farklı hikâyeler anlatabileceğimizdi. O zamanlar
etkilendiğimiz bir şey yoktu, o yüzden gizli tuttuğumuz bir kural listemiz
vardı. Bunlar:
·
Şarkı yok.
·
“İstiyorum” anı yok.
·
Mutlu köy yok.
·
Aşk hikâyesi yok.
İşin ilginci ilk senemizde
hikâyemiz hiçbir yere gitmiyordu ve Disney panik yapmaya başlamıştı. Ve gizlice
şimdi adını vermeyeceğim ünlü bir yazardan tavsiye istediler ve o da onlara
bazı öneriler faksladı. Bu faks elimize geçti. Faks şöyle diyordu:
·
Şarkılar olmalı.
·
Bir tane “istiyorum” şarkısı olmalı.
·
Bir tane mutlu köy şarkısı olmalı.
·
Bir aşk hikâyesi olmalı.
·
Bir adet kötü karakter olmalı.
Ve şükürler olsun ki o zamanlar çok
genç, asi ve muhaliftik. Bu bize daha iyi bir hikâye yaratmak için şevk verdi.
Ondan sonraki yıl harika bir iş çıkardık. Bu da hikâye anlatmanın katı, sabit
kuralları değil, ana esasları olduğunu kanıtladı.
Öğrendiğimiz başka önemli şey de
ana karakterimizi sevmektir. Safça düşünüyorduk ki Oyuncak Hikâyesi’ndeki Woody
sonunda bencilliğini yenmeliydi, buna bir yerden başlamalıydınız.
“Oyuncak Hikâyesi”
videosu:
Onu bencil yapalım, elimize bu geçti.
Onu bencil yapalım, elimize bu geçti.
Woody: Ne yaptığını sanıyorsun? Yataktan kalk! Hey!
Yataktan kalk!
Bay Patates Kafa: Bize bunu yaptırabileceğini mi sanıyorsun Woody?
Woody: Ben değil o. Sinsi? Sins… Sinsi! Buraya gel ve işini
yap. Sağır mısın? Onlara günlerini göstermeni söyledim.
Sinsi: Üzgünüm Woody. Ama onlara hak vermek zorundayım. Bence
yaptığın doğru değildi.
Woody: Efendim? Doğru mu duyuyorum? Sence yaptığım doğru
değil miydi? Senin işinin düşünmek olduğunu kim söyledi Yaylı Köpekçik?
Bencil bir karakteri nasıl
sevdirirsiniz? Onu kibar, cömert, komik, düşünceli yapabileceğimizi düşündük,
sadece tek bir koşul sağlanmalıydı: Birinci oyuncak olarak kalmalıydı. Gerçekte
de böyle, hepimiz hayatı koşullu yaşıyoruz. Koşullar sağlandığı sürece,
kurallara göre oynamaya ve kendimizi kaptırmaya istekliyiz. Bundan sonra
kurallar geçerli değil.
Hikâye anlatıcılığını bir kariyer
olarak seçmeden önce gençliğimde hikâyeyle ilgili belli şeyleri görmeni
sağlayan kilit noktaları şimdi görebiliyorum. 1986’da, hikâyenin bir teması
olmadı gerektiğini anladım. Bu “Arabistanlı Lawrance” (Lawrence of Arabia) filminin
yeniden düzenlenip tekrar yayınlandığı yıldı. Onu bir ayda yedi kere gördüm.
Doyamıyordum. Bunun arkasında büyük bir plan olduğunu anlayabilmiştim, her
karede, her sahnede, her sözde. Yüzeyde, tarihteki rolünün anlatıldığı bir
şeymiş gibi gözüküyordu. Ancak anlattığı başka şeyler de vardı. Bu gerçekten
neydi? Sonraki izleyişlerimden birinde bu perde aralandı, bunu Sina Çölü’nde
yürüyüp Süveyş Kanalı’na ulaştığı sahnede bir anda anlamıştım.
“Arabistanlı Lawrance”den bir sahne:
Motosikletli:Kimsiniz?
Tema buydu: Kimsiniz? Burada
birbirinden bağımsız gözüken olaylar ve diyaloglar sadece kronolojik olarak
hikâyenin tarihini anlatıyor, ama bunun altında sabit bir yol haritası, bir
kılavuz var. Lawrance’ın bu filmde yaptığı her şey onun dünyadaki yerini anlama
çabasıydı.
İyi anlatılmış her hikâyede her
zaman güçlü bir tema vardır. Ben beş yaşındayken az hatırlanan, ancak bence bir
hikâyenin sahip olması gereken en önemli unsurla tanıştım. Bu, annem beni beş
yaşındayken bunu görmeye götürdüğünde oldu.
“Bambi”den bir sahne:
Thumper: Hadi bir şey yok. Bak, su katı.
Bambi: Yuppii!
Thumper: Eğlenceli değil mi Bambi? Haydi kalk! Böyle… Haha haha… Hayır, hayır, hayır.
Oradan çıktığımda
gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Bence sihirli unsur da bu, gizli sos:
Meraklandırabiliyor musunuz? Merak dürüsttür, tamamen saftır. Yapay olarak
uyaramazsınız. Bence bir insanın size bunu hissettirmesinden daha önemli bir
yetenek yok. Onları günlerinin kısa bir parçasında hareketsiz bırakmak ve
meraka yenik düşürmek. Bu uyarıldığında canlı olmanın onayı, size neredeyse
hücresel boyutta ulaşır. Hele bir sanatçı bunu başka bir sanatçıya yaptığında
sanki bunu başkasına aktarmak zorunda hissedersiniz. Tıpkı sessiz bir emrin
aniden içinizde duyulması gibi. Devil’s Tower (Şeytan Kulesi)’a bir çağrı gibi.
Sana ne yapıldıysa aynısı başkalarına da yap. En iyi hikâyeler,
meraklandıranlardır.
Ben dört yaşındayken net olarak
hatırlıyorum, ayak bileğimde iki tane iğne büyüklüğünde yara izi vardı ve
babama bunların ne olduğunu sordum. Aynılarından kafamda da olduğunu söyledi,
ancak saçlarımdan dolayı onları göremiyordum. Doğduğumda prematüre olduğumu
söyledi, çok erken gelmiştim, tamamen gelişme fırsatı bulamamıştım, çok çok
hastaydım. Doktor, bu siyah dişli sarı bebeğe baktığında annenin gözlerinin
içine bakıp “yaşamayacak” demiş. Aylarca hastanede kaldım. Birçok kan naklinden
sonra hayatta kaldım ve bu beni özel kıldı. Buna gerçekten inanır mıyım
bilmiyorum. Ailem buna gerçekten inanıyor mu, bilmiyorum, ama onları haksız
çıkarmak istemedim. İyi olarak yaptığım her şeyde bana verilen ikinci şansı hak
ettiğimi kanıtlamaya çalıştım.
“Kayıp Balık Nemo”dan
bir sahne:
Marlin:İşte buradasın. Tamam, baban burada. Artık babanlasın. Söz veriyorum sana hiçbir şey olmasına izin vermeyeceğim Nemo.
Bu benim ilk
öğrendiğim hikâye dersiydi. Bildiklerini kullan. Onları işle. Bunun her zaman
bir senaryo ya da gerçek olması gerekmez. Deneyimlerimizden bir sonuç çıkarmak
ve içinizde, derinlerde hissettiğimiz değerleri ifade etmek anlamına gelir. Ve
bu da en sonunda burada TED Talk’ta size konuşma yapmamı sağlayan şey. Teşekkür
ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder