banner

18 Kasım 2013 Pazartesi

Harika Bir Hikâyeye Götüren İpuçları- Andrew Stanton

         Animasyon yönetmeni, yapımcısı ve senaristi Andrew Stanton, TED Talks'ta hikâye anlatıcılığı üzerine konuştu. Ben bu konuşmayı çok önemsiyorum. Gerçekten de Stanton, harika bir hikâye için ipuçları veriyor. 



Bu konuşmaya video olarak şu linkten ulaşabilirsiniz: 
http://www.ted.com/talks/andrew_stanton_the_clues_to_a_great_story.html

Yazılı hâli de benden gelsin:

          Bir turist İskoçya’yı sırt çantasıyla gezerken içki içmek için bir bara girer. O sırada barda sadece barmen ve birasını yudumlayan yaşlı bir adam vardır. Bir bardak ısmarlar ve bir süre sessizce oturur. Birden yaşlı adam ona döner ve “Bu barı görüyor musun? Bu barı ülkedeki en iyi ağaçlardan kendi ellerimle yaptım. Ona kendi çocuğumdan daha fazla sevgi ve ilgi gösterdim. Peki bana bar ustası MacGregor diyorlar mı? Hayır.” der. Pencereden dışarıyı gösterir. “Oradaki taştan duvarı görüyor musun? O duvarı kendi ellerimle ördüm. Taşları tek tek topladım, yağmur ve sağlık demeden olduğu gibi yerleştirdim. Peki bana taş duvar ustası MacGregor diyorlar mı? Hayır.” Pencereden dışarısını gösterir. “Oradaki iskeleyi görüyor musun? O iskeleyi kendi ellerimle yaptım. Tahtaları dalgaya karşı kuma teker teker dizdim. Peki bana iskele ustası MacGregor diyorlar mı? Hayır. Ama bir tane keçinin ırzına geç…”
Hikâye anlatmak, fıkra anlatmaktır. Vurucu noktasını bilmektir. Sonunu bilmek, ilk cümleden sonuncuya kadar tüm anlattıklarının tek bir amaca hizmet ettiğini ve ideal durumda insan olarak kim olduğumuz anlayışını derinleştiren bir gerçeği doğrulamaktır. Hepimiz hikâyeleri severiz. Onlar için yaratılmışız. Hikâyeler kim olduğumuzu doğrular. Hepimiz yaşamlarımızın bir amacı olduğuna inanırız. Ve hiçbir şey bizi hikâyelerin yaptığı kadar yaşamamızın bir amacı olduğuna inandıramaz. Onlar zamanın sınırlarını aşarlar. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği ve bizim gerçek ya da hayal ürünü kahramanlarla kendi aramızda benzerlikler bulmamıza izin verirler.
Çocuk programı sunucusu Bay Rogers bir sosyal hizmet çalışanından duyduğu şu sözü her zaman cebinde taşırdı: “Açıkçası dünyada hikâyesini duyduktan sonra sevmeyi öğrenemeyeceğimiz insan yoktur.” Benim bunu yorumlama şeklim büyük olasılıkla en önemli hikâye anlatma kuralı: “Merak etmemi sağla.” Lütfen duygusal olarak, mantıksal olarak, estetik olarak sadece merak etmemi sağla.
Hepimiz önemsememenin ne olduğunu biliriz. Yüzlerce televizyon kanalı arasından bir kanaldan diğerine atlarsınız ve sonunda birisinde durursunuz. Programın yarısı bitmiştir, ama bir şey sizi içine çeker ve merak edersiniz. Bu şans eseri değildir, öyle tasarlanmıştır. Böylece ben de size geçmişimin hikâye olduğunu, nasıl onun için yaratıldığımı ve bu süreç içinde bu konunun önemini nasıl anladığımı, anlatırsam ne olacağını düşündüm. Olayları daha ilginç hâle getirmek için sondan başlayacağız ve başa doğru ilerleyeceğiz. Eğer bu hikâyenin sonundan başlayacak olsaydım, buna benzer bir şey olurdu. Ve bu en sonunda burada TED’de size hikâye bahsetmeme yol açan şey. Ve bir hikâyeden en son çıkardığım ders bu yıl 2012’de çekimleri biten filmi tamamlamaktı. Filmin adı “John Carter”. “Mars Prensesi” isimli kitaptan uyarlandı, yazarı Edgar Rice Burroughs. Edgar Rice Burroughs kendini bu filme bir karakter ve anlatıcı olarak dâhil etti. Kendisi zengin amcası John Carter tarafından “hemen gel” yazan bir telgrafla malikanesine çağrılır. Ancak oraya vardığında, amcasının gizemli bir şekilde öldüğünü ve arsadaki mozoleye gömüldüğünü öğrenir.




“John Carter”dan bir sahne:  
Uşak: Bir anahtar deliği yok. Sadece içeriden açılır. Israr etti, mumyalamak yok, açık tabut yok, cenaze yok. Geri kalanımıza benzeyerek amcanın hükmettiği gibi bir zenginliği elde edemezsin değil mi? Gel içeri girelim.
Bu sahne, kitapta olduğu gibi, aslında bir şey vadediyor. Size bu hikâyenin zamanınıza değecek bir yere gideceğini vadediyor. Tüm iyi hikâyelerin başlangıçta bunu yapması gerekir, vaatte bulunmaları gerekir. Bunu sayısız şekilde yapabilirsiniz. Bazen “evvel zaman içinde..” kadar basit.
Carter’ın bu kitaplarında her zaman Edgar Rice Burroughs anlatıcı olarak yer alır. Ben her zaman bunun harika bir araç olduğuna inandım. Sanki birisinin “gel sana bir hikâye anlatayım, benim değil başka birisinin başına geldi ama vaktine değer” demesi gibi. İyi bir vaat, tıpkı bir sapana tutturulmuş bir çakıl taşı gibi sizi hikâyenin başından sonuna kadar sürükler. 2008’de o zamanlar hikâye hakkındaki bütün teorilerimi bu projede algımın sınırlarına kadar zorladım.
("Wall-e"den bir sahne)



Diyalog olmadan hikâye anlatmak. Bu sinematik hikâye anlatımının en saf hâli. Bu seçebileceğimiz en kapsamlı yol. Bu gerçekten içime doğan bir şeyi doğruladı: Seyirci aslında yemeği için çalışmak ister. Sadece bunu yaptığını bilmek istemez. Bir hikâye anlatıcısı olarak sizin göreviniz, seyircinin yemeği için çalıştığı gerçeğini saklamak.
Biz doğuştan problem çözücüyüz. Çıkarım yapmak ve sonuca varmak zorunda bırakılırız. Çünkü gerçek hayatta yaptığımız şey bu. Bu iyi organize olmuş bilgi yoksunluğu bizi içine çeker. Bebeklere ve yavru köpeklere olan ilginizin arkasında bir neden var. Sadece çok tatlı olduklarından değil, aynı zamanda ne düşündükleri ve niyetlerinin ne olduğunu tamamen ifade edemedikleri için. Bu bir mıknatıs gibi bizi çeker. Kendimizi bir cümleyi tamamlamaktan ve onun içini doldurmaktan alıkoyamayız. Bu hikâye anlatım aracını ilk defa gerçekten “Kayıp Balık Nemo” (Finding Nemo) filmini Bob Peterson’la yazarken anladım. Buna iki artı ikinin birleştirici teorisi diyoruz.
Parçaları seyircinin birleştirmesini sağla. Onlara dördü verme. İki artı ikiyi ver. Onlara verdiğiniz elementler ve bunları veriş sıranız seyircinin ilgisini çekmek için en önemli unsur. Editörler ve senaristler başından beri bilirler. Bütün hikâyeye dikkat etmemizi sağlayan bunun görünmez olarak işlenmesi. Bunu kuralları tam olarak belli bir bilim gibi göstermek istemiyorum. Çünkü öyle değil. Hikâyeleri bu kadar özel yapan da bu. Birer alet değiller, kesin değiller. Hikâyeler kaçınılmazlar, eğer iyilerse ancak tahmin edilebilir değiller.
Bu yıl Judith Weston adındaki bir oyunculuk öğretmeninden bir kurs aldım. Ve karakterin iç yüzüne dair bir şey öğrendim. Ona göre bütün iyi yaratılmış karakterlerin bir omurgası var. Ana fikir şu ki, karakterin bir iç motoru var, peşine düştükleri baskın, şuursuz bir amaçları, durduramadıkları bir kaşıntıları var. Michael Karleone’yle ilgili harika bir örnek verdi. “Baba”daki Al Pacino’nun karakterinin omurgası büyük ihtimalle babasını memnun etmekti. Ve bu her zaman bütün seçimlerini yönlendiren bir şeydi. Babası öldükten sonra bile hâlâ bu kaşıntıya son vermeye çalışıyordu. Bunu hemen benimsedim. “Wall-e”ninki güzelliği bulmaktı. “Kayıp Balık Nemo”daki baba Marlin’inki zararı engellemekti. Ve Woody’ninki çocuğu için en iyisini yapmaktı. Bu omurgalar sizin her zaman en doğru seçimi yapmanızı sağlamaz. Bazen bunlarla berbat seçimler yapabilirsiniz.



Ben baba olduğum için ve çocuklarımın büyümesini izlediğim için çok şanslıyım, gerçekten inanıyorum ki belli bir mizaçla doğuyorsunuz ve belli bir yolda ilerliyorsunuz. Ve bu konuda söz hakkınız yoksa bunu değiştirmenin yolu yok. Yapabileceğiniz tek şey onu kabul etmeyi öğrenmek ve sahiplenmek. Bazılarımız pozitif özelliklerle doğmuşuz, bazılarımız negatif. Ama sizi yönlendiren şeyin ne olduğunun farkına varacak ve direksiyonun başına geçecek kadar olgunlaştığınızda önemli bir eşikten geçilir.
Ebeveynler olarak sürekli çocuklarımızın kim olduğunu öğreniyoruz. Onlar kim olduklarını öğreniyorlar. Siz de hâlâ kim olduğunuzu öğreniyorsunuz. Yani sürekli öğreniyoruz. Bu yüzden hikâyede değişim esastır. Eğer olaylar hareketsiz kalırsa hikâyeler ölür, çünkü hayat hiçbir zaman hareketsiz değildir.



1998’de “Oyuncak Hikâyesi” (Toy Story) ve “Bir Böceğin Yaşamı” (A Bug’s Life)nı bitirdiğimde senaryo yazımına kendimi kaptırmıştım. Çok daha iyi olmak ve öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek istiyordum. Bu yüzden araştırabileceğim her şeyi araştırdım. Sonunda İngiliz oyun yazarı William Archer’in şu muhteşem sözüyle karşılaştım:
“Drama belirsizlikle çeşnilendirilmiş beklentidir.”
Bu işin tam da özüne inen bir bakış açısı. Bir hikâye anlatırken beklenti de yaratıyor musunuz? Kısa vadede beni sonra olacaklar hakkında meraklandırabiliyor musun? Ama daha önemlisi beni uzun vadede nasıl sonuçlanacağı hakkında meraklandırabiliyor musun? Sonucun ne olacağı hakkında şüphe uyandıran dürüst çatışmalar yaratabildiniz mi? Bunun bir örneği “Kayıp Balık Nemo”da var, kısa süreçte, Dory’nin Marlin’in ona tüm anlattıklarını unutmasına neden olan kısa zamanlı hafızası hakkında endişeleniyordunuz. Ama bunun altında, bu kocaman okyanusta Nemo’yu bulabilecek miyiz gerginliği vardı.
Pixar’daki ilk günlerimizde bir hikâyenin içinde olan yerlere götürdüğünü görmek ilginç. Yılın bu zamanında, 1993’te, başarılı bir animasyon olarak görülen filmlerin “Küçük Denizkızı” (The Little Mermaid), “Güzel ve Çirkin” (Beauty and the Beast), “Alaaddin”, “Aslan Kral” (The Lion King) olduğunu hatırlamalısınız.



Tom Hanks’e “Oyuncak Hikâyesi”nin fikrinden ilk bahsettiğimizde “Benim şarkı söylememi istemiyorsunuz değil mi?” dedi. Bence bu, o zamanlarda insanların animasyonun nasıl olması gerektiği hakkındaki fikirlerine harika bir örnek. Bizim kanıtlamak istediğimiz şey animasyonda tamamen farklı hikâyeler anlatabileceğimizdi. O zamanlar etkilendiğimiz bir şey yoktu, o yüzden gizli tuttuğumuz bir kural listemiz vardı. Bunlar:
·         Şarkı yok.
·         “İstiyorum” anı yok.
·         Mutlu köy yok.
·         Aşk hikâyesi yok.
İşin ilginci ilk senemizde hikâyemiz hiçbir yere gitmiyordu ve Disney panik yapmaya başlamıştı. Ve gizlice şimdi adını vermeyeceğim ünlü bir yazardan tavsiye istediler ve o da onlara bazı öneriler faksladı. Bu faks elimize geçti. Faks şöyle diyordu:
·         Şarkılar olmalı.
·         Bir tane “istiyorum” şarkısı olmalı.
·         Bir tane mutlu köy şarkısı olmalı.
·         Bir aşk hikâyesi olmalı.
·         Bir adet kötü karakter olmalı.
Ve şükürler olsun ki o zamanlar çok genç, asi ve muhaliftik. Bu bize daha iyi bir hikâye yaratmak için şevk verdi. Ondan sonraki yıl harika bir iş çıkardık. Bu da hikâye anlatmanın katı, sabit kuralları değil, ana esasları olduğunu kanıtladı.
Öğrendiğimiz başka önemli şey de ana karakterimizi sevmektir. Safça düşünüyorduk ki Oyuncak Hikâyesi’ndeki Woody sonunda bencilliğini yenmeliydi, buna bir yerden başlamalıydınız.



     “Oyuncak Hikâyesi” videosu:
Onu bencil yapalım, elimize bu geçti.
Woody: Ne yaptığını sanıyorsun? Yataktan kalk! Hey! Yataktan kalk!
Bay Patates Kafa: Bize bunu yaptırabileceğini mi sanıyorsun Woody?
Woody: Ben değil o. Sinsi? Sins… Sinsi! Buraya gel ve işini yap. Sağır mısın? Onlara günlerini göstermeni söyledim.
Sinsi: Üzgünüm Woody. Ama onlara hak vermek zorundayım. Bence yaptığın doğru değildi.
Woody: Efendim? Doğru mu duyuyorum? Sence yaptığım doğru değil miydi? Senin işinin düşünmek olduğunu kim söyledi Yaylı Köpekçik?
Bencil bir karakteri nasıl sevdirirsiniz? Onu kibar, cömert, komik, düşünceli yapabileceğimizi düşündük, sadece tek bir koşul sağlanmalıydı: Birinci oyuncak olarak kalmalıydı. Gerçekte de böyle, hepimiz hayatı koşullu yaşıyoruz. Koşullar sağlandığı sürece, kurallara göre oynamaya ve kendimizi kaptırmaya istekliyiz. Bundan sonra kurallar geçerli değil.
Hikâye anlatıcılığını bir kariyer olarak seçmeden önce gençliğimde hikâyeyle ilgili belli şeyleri görmeni sağlayan kilit noktaları şimdi görebiliyorum. 1986’da, hikâyenin bir teması olmadı gerektiğini anladım. Bu “Arabistanlı Lawrance” (Lawrence of Arabia) filminin yeniden düzenlenip tekrar yayınlandığı yıldı. Onu bir ayda yedi kere gördüm. Doyamıyordum. Bunun arkasında büyük bir plan olduğunu anlayabilmiştim, her karede, her sahnede, her sözde. Yüzeyde, tarihteki rolünün anlatıldığı bir şeymiş gibi gözüküyordu. Ancak anlattığı başka şeyler de vardı. Bu gerçekten neydi? Sonraki izleyişlerimden birinde bu perde aralandı, bunu Sina Çölü’nde yürüyüp Süveyş Kanalı’na ulaştığı sahnede bir anda anlamıştım.



  “Arabistanlı Lawrance”den bir sahne:
  Motosikletli:Kimsiniz?
Tema buydu: Kimsiniz? Burada birbirinden bağımsız gözüken olaylar ve diyaloglar sadece kronolojik olarak hikâyenin tarihini anlatıyor, ama bunun altında sabit bir yol haritası, bir kılavuz var. Lawrance’ın bu filmde yaptığı her şey onun dünyadaki yerini anlama çabasıydı.
İyi anlatılmış her hikâyede her zaman güçlü bir tema vardır. Ben beş yaşındayken az hatırlanan, ancak bence bir hikâyenin sahip olması gereken en önemli unsurla tanıştım. Bu, annem beni beş yaşındayken bunu görmeye götürdüğünde oldu.



“Bambi”den bir sahne:
   Thumper: Hadi bir şey yok. Bak, su katı.
     Bambi: Yuppii!
     Thumper:  Eğlenceli değil mi Bambi? Haydi kalk! Böyle… Haha haha… Hayır, hayır, hayır.
     Oradan çıktığımda gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Bence sihirli unsur da bu, gizli sos: Meraklandırabiliyor musunuz? Merak dürüsttür, tamamen saftır. Yapay olarak uyaramazsınız. Bence bir insanın size bunu hissettirmesinden daha önemli bir yetenek yok. Onları günlerinin kısa bir parçasında hareketsiz bırakmak ve meraka yenik düşürmek. Bu uyarıldığında canlı olmanın onayı, size neredeyse hücresel boyutta ulaşır. Hele bir sanatçı bunu başka bir sanatçıya yaptığında sanki bunu başkasına aktarmak zorunda hissedersiniz. Tıpkı sessiz bir emrin aniden içinizde duyulması gibi. Devil’s Tower (Şeytan Kulesi)’a bir çağrı gibi. Sana ne yapıldıysa aynısı başkalarına da yap. En iyi hikâyeler, meraklandıranlardır.
Ben dört yaşındayken net olarak hatırlıyorum, ayak bileğimde iki tane iğne büyüklüğünde yara izi vardı ve babama bunların ne olduğunu sordum. Aynılarından kafamda da olduğunu söyledi, ancak saçlarımdan dolayı onları göremiyordum. Doğduğumda prematüre olduğumu söyledi, çok erken gelmiştim, tamamen gelişme fırsatı bulamamıştım, çok çok hastaydım. Doktor, bu siyah dişli sarı bebeğe baktığında annenin gözlerinin içine bakıp “yaşamayacak” demiş. Aylarca hastanede kaldım. Birçok kan naklinden sonra hayatta kaldım ve bu beni özel kıldı. Buna gerçekten inanır mıyım bilmiyorum. Ailem buna gerçekten inanıyor mu, bilmiyorum, ama onları haksız çıkarmak istemedim. İyi olarak yaptığım her şeyde bana verilen ikinci şansı hak ettiğimi kanıtlamaya çalıştım.
     “Kayıp Balık Nemo”dan bir sahne:
     Marlin:İşte buradasın. Tamam, baban burada. Artık   babanlasın. Söz veriyorum sana hiçbir şey olmasına izin       vermeyeceğim Nemo.
     Bu benim ilk öğrendiğim hikâye dersiydi. Bildiklerini kullan. Onları işle. Bunun her zaman bir senaryo ya da gerçek olması gerekmez. Deneyimlerimizden bir sonuç çıkarmak ve içinizde, derinlerde hissettiğimiz değerleri ifade etmek anlamına gelir. Ve bu da en sonunda burada TED Talk’ta size konuşma yapmamı sağlayan şey. Teşekkür ederim.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder