Bu yazı Lacivert Dergisi'nin 57. sayısında yayımlanmıştır.
Yürüyen Şato’nun Kitap Kapağı
Kitaptan
uyarlanmış bir filmden çıktığınızda mutlaka bu cümleyi kurmuşsunuzdur ya da
duymuşsunuzdur: “Ama film, kitaptaki gibi değil. Kitapta daha güzel anlatıyordu”.
İlkin kitabını okuduysanız elbette kitapta daha güzel anlatılır, çünkü süre
sınırlaması yok, yaz yazabildiğin kadar… Maliyet sıfır, hayal et edebildiğin
kadar… Takım işi değil, tek başına git gidebildiğin kadar…
“Filmi,
kitaptan daha güzel” diyenine rastlamadım hiç. Belki siz rastlamışsınızdır, onu
bilmemem. Ama kitaptan uyarlanan filmler her zaman eksik kalmıştır. Görsel
anlamda kitabı geçtiği olmuştur elbette. Yine de insanın harflerden zihnine
aktarıp hayal ettikleri her zaman en güzelidir. Sonuçta film, yönetmenin ve senaristin
gözünden bakmaktır. Orada film ekibinin yarattığı tek bir dünya vardır ve
hepimiz onu izleriz. Oysa kitap öyle değildir, her okurun kitabı alımlaması
birbirinden farklıdır. Her kitap, farklı okurların elinde farklı dünyalara
dönüşür.
Hem
sekiz yıl edebiyat okumuş, hem de sinema ve animasyon sektöründe çalışan biri
olarak edebiyat ile sinema arasındaki ilişkiye çok yakından tanık olduğumu
belirtmeliyim. Söylediklerim havada kalmasın, yere sağlam bassın diye de Diana
Wynne Jones’un yazdığı Yürüyen Şato
(Howl’s Moving Castle) kitabından ve Hayao Miyazaki’nin yönetmenliğini yaptığı “Yürüyen
Şato” (Howl’s Moving Castle) animasyon filminden karşılaştırmalı olarak
yararlanacağım. Hem kitapta hem filmde bir büyü sonrası yaşlı bir kadına
dönüşen Sophie, bu hâlde görünmemek için evinden ayrılarak bir yolculuğa çıkar.
Sophie, tekrar eski hâline dönme umuduyla bir süre büyücü Howl’un şatosunda
yaşar ve bu süreçte Sophie ile Howl yakınlaşır. O sıralarda büyük bir savaş
yaşanır ve Howl da bu savaşı durdurmaya çalışır. Ve tata tataam: Mutlu
son. Sonunda savaş biter, Sophie ve Howl
da birbirlerine sevdiklerini söylerler.
“Yürüyen Şato”nun Film Afişi
Öncelikle
sinema ve edebiyatın ayrı dünyaların insanı olduğunu kabul etmelisiniz. Evet,
ikisini birbirine çok yakıştırıyor olabilirsiniz. Ama şunu da artık
görmelisiniz, bu devirde birbirine yakışmaktan çok daha önemli şeyler var.
Örneğin maddiyat! Yönetmen Miyazaki, Yürüyen
Şato kitabını eline alıp baştan sona animasyonunu yapmaya kalksa bu hem
yıllarına hem de bayağı yüklü bir bütçeye malolacaktır. İşte bu yüzden “Yürüyen
Şato” filminin senaristi Reiko Yoshida, Yürüyen
Şato romanını animasyon filmine uyarlamıştır.
Birçok
romanda olduğu gibi Yürüyen Şato’da
da yan olaylarla ilerleyen bir ana örgü var. Bazen bu yan olaylar aracılığıyla çok
da önemli olmayan durumlara yer veriliyor. Roman dünyasında bunun başlıca
sebebi karakteri daha yakından tanıma ve hikâyeyi güçlü bir yapıya oturtma
isteğinden kaynaklanıyor. Ancak film dünyasında ana hikâyeye doğrudan temas
etmeyen olaylara yer vermeniz süre açısında pek mümkün değil. Sonuçta bir saatle
üç buçuk saat arasında bir şeyler anlatmaya çalışan bir yapıdan söz ediyoruz. Ki
genelde hikâyeye doğrudan temas etmese bile önemli olduğu düşünülen yan olaylar
ya da sahneler kitaptakine göre daha kısa sürede verilmeye çalışılıyor. Ancak
hepimizin bildiği gibi, yazarın 300 sayfada anlattığını senarist 100 sayfada anlatmak
zorunda kalıyor.
Sinema
ve edebiyat, yetiştikleri ortam ve kuşandıkları kıyafet açısından da oldukça
farklılar. Edebiyat; kâğıt, kalem, daktilo ve Word dünyasında efendi efendi
yaşarken sinema; kamera, video, ışık, animasyon, efekt, oyunculuk vs.
dünyasında günü gün eder. Edebiyat sözcükleri ve harfleri kıyafet olarak
kullanırken sinema, görüntüyü yani görsel olan her şeyi giyinip çıkar. Örneğin,
Yürüyen Şato kitabında yazar Jones,
10 sayfa boyunca hikâyenin geçtiği yeri ve karakterleri tanıtır. Oysa sinemada
bunu yapmanız süre açısından sizi zorlayabilir. Burada senarist karakterleri
tanıtmayı es geçerek direkt hikâyenin ortasından girer. Tanıtım kısmını ise
diyaloglar ve görsel üzerinden verir. Öyle ki filmin başında Sophie’nin üvey
annesinden ve kardeşinden haberimiz olmaz, hikâye ilerledikçe ve yeri geldikçe
onları tanırız. Sophie’nin Howl’la tanışması da kitapta oldukça geç
verilmiştir. Gerçi başlangıçta bir adamdan söz edilir ama onun Howl olup
olmadığı pek net değildir. Filmde ise Howl, hemen ikinci sahnede görünür.
Kitabın aksine Sophie ile Howl’un tanışmaları ve yürümeleri etkileyici bir
biçimde görselleştirilmiştir. Howl, ilk tanıştıklarında Sophie’nin ellerinden
tutarak onu gökyüzünde yürütür.
“Yürüyen
Şato” Filminin Gökte Yürüme Sahnesi
Bu sahne
filmdeki en güzel sahnelerden biridir. Tabii kitapta böyle bir sahne yazmıyor.
Muhtemelen senarist, bu anı unutulmaz kılmak ve Sophie’nin Howl’dan
hoşlanmasını pekiştirmek için böyle büyülü bir sahne tasarlamış. İlerleyen
sahnelerde de aynı durum söz konusu. Kitapta görselleştirilmeden düz bir
şekilde anlatılan birçok durum, filmde estetik bir şekilde görsele
dönüştürülmüştür. Bunun başarılı örneklerinden biri de yürüyen şatodur. Kitapta
çok fazla detaylandırılmamış olan şato, filmde öyle güzel bir şekilde
tasarlanmıştır ki etkilenmemek elde değil.
Howl’un Yürüyen Şatosu
Sinema ve
edebiyatın birbirini beslediği düşüncesine katılıyorum. Ama bu beslenme sadece
ikisine özgü değildir. Heykel ve resim de edebiyatı ya da sinemayı besler. Yani
temelde bütün sanat dalları birbirini besler, birbirine katkıda bulunur. Belki
bu noktada itiraz edenler, ama edebiyat sinemaya diğer sanat dallarından daha
kolay aktarılıyor diyenler çıkabilir. Bence edebiyat sinemaya aktarılamaz. Aktarılıyor
olsaydı, bir romanı olduğu gibi sinemaya aktarır ve adına da uyarlama demezdik.
Biz romanı ancak değiştirerek, görselleştirerek ve kısaltarak sinemaya
uyarlayabiliyoruz. Uyarlama aşaması için Çöl Cadısı’nın Sophie’ye büyü yaptığı
kısmı örnek verebiliriz. Kitapta “Avucunu açarak elini Sophie’nin yüzüne
savurdu” ifadesi yer alır. Filmdeyse siyah elbiseli Çöl Cadısı şeffaf bir
hayalete döner ve afilli bir şekilde uçarak Sophie’nin üstünden geçer.
Geçtikten sonra söylediği diyalogla Sophie’ye büyü yapıldığını anlarız. İki
sahneyi de hayal edin, peki hangisi hoşunuza gitti?
Gelelim
sanat ve popülerlik meselesine… Genelde yazar, popüler olma kaygısı gütmez.
Belki de bu yüzden edebiyatın sanatsal yönü ve bireyselliği daha ön plandadır.
Sinema yapıyorsanız eğer maliyet göz önünde bulundurulduğunda genelde popüler
olma ve izlenme kaygınız yüksek olur. Hem kaliteli ve estetik bir film çekmek
istersiniz hem de geniş bir kitlenin filmi izlemesini istersiniz. İşte o zaman endüstriyel
sanat ortaya çıkıyor. Sonuçta birinin bunu satın almasını istiyorsunuz, hedef
kitlenize ve onun ilgisine göre filmi oluşturuyorsunuz. Bu bağlamda kitabın
filme uyarlanma kısmında epey bir değişiklik yapılacağı açıktır. Örneğin, Yürüyen Şato kitabında aşk teması çok
fazla ön planda değildir. Hatta Howl, çapkın biri olarak anlatılır. Oysa filmde
Howl’un Sophie’den hoşlandığı anlaşılır ve Howl başka hiçbir kızla görülmez.
Bilindiği gibi aşk, film endüstrisi için vazgeçilmez bir temadır. İzleyiciyi
yakalamak adına bazen olmadık bir hikâyede bile bir aşk yaşanır ya da film
tamamen aşk üzerine kurgulanır.
“Yürüyen
Şato” Filminde Mutlu Son
Temelde film,
kitabın oldukça kısaltılmış ve basitleşmiş hâlidir. “Yürüyen Şato” filminde de,
kitabında da Sophie’nin beyaz atlı prensini bularak mutlu olduğu vurgulanır.
Ama ikisi de farklı araçlarla farklı yollardan bunu yapar. Örneğin, kitapta
Howl’un çapkınlıklarından söz edilir ve hoşlandığı bir kadın gösterilir. Ki bu kadın
Sophie’nin kardeşi Lettie’dir, ama aslında iki kardeşi de büyü yoluyla yer
değiştirmiştir. Dolayısıyla bu kardeşi, aslında küçük kardeşi Martha’dır. Bu
durum dikkatli olmayan bir okur için karmaşıklık yaratabilir. Oysa filmde
bunlara hiç girilmez. Sadece Sophie ve Howl üzerine odaklanılır. Bu da sinemadaki
“basit olan iyidir” prensibini destekler niteliktedir.
Edebiyat
ve sinema arasındaki tek ortak nokta ikisinin de bize bir hikâye anlatıyor
oluşu. Tabii daha derin düşünecek olursanız tüm sanat dalları bir şey anlatmak
ister. Bu durumda hikâye anlatıyor olmaları çok özel bir durum olmasa gerek. Bu
noktada edebiyatın sinemadan ziyade senaryoyla bir ilişkisi olduğunu söyleyebilirim.
Tabii o da çok iyi bir ilişki sayılmaz. İkisi de harfleri ve yazıyı malzeme
olarak kullanır. İkisi de bir hikâye anlatır. İkisinde de ana olay örgüsü ve
çatışmalar yer alır. Ancak edebiyat, edebî bir dil kullanırken senaryo dili teknik
ve sinematografik bir dildir. Ayrıca senaryoda uzun uzun betimlemelere yer
vermediğiniz gibi soyutlama yapmamanız gerekir. Şöyle ki romanda “Güneş nazlı nazlı
doğarken Gülnur, hüzünle pencereden dışarı baktı” cümlesini, senaryoda “Güneş
doğar. Gülnur başını eğer, gözleri dolu dolu pencereden bakar” şeklinde ifade
etmeniz gerekir. Dolayısıyla senaryoda yazılan her şey görseli ifade etmeye
yöneliktir. Bunu yaparken de durağan sahneler değil, müziğin, sesin ve
efektlerin kullanıldığı hareketli sahneler oluşturulur.
Uzun
süredir sinema ve edebiyat arasında bir rekabet varmış gibi görünüyor. Aman da
sinema almış başını gitmiş, kısa filmler daha popülermiş. Aman da artık kitap
okunmuyormuş. Böyle dedikodular dolanıp duruyor ortalıkta. Bence ikisini
birbiriyle kıyaslayarak yorum yapmamak gerekir. Evet, sinema günümüzde çok
tercih edilen, geniş kitlelerce sevilerek takip edilen bir eğlence ve sanat
türü. Ama onun çok tercih ediliyor olması, edebiyatın tercih edilmediğini
göstermiyor. Farkındaysanız edebiyat da
yaşam hızımıza ayak uyduruyor. Nasıl çok fazla kısa film yapılıyorsa o kadar
çok kısa, hatta tek cümlelik öyküler yazılıyor. Yoğun betimlemelerin bulunduğu
metinler, yerini daha kolay ve çabuk algılanan sade ifadelere bırakıyor.
Teknoloji geliştikçe hem edebiyatta hem sinemada yeni yollar, yeni sunuş
biçimleri keşfediliyor. Ama yine de edebiyat, evin en büyük çocuğu olarak
ağırlığını korurken evin küçük çocuğu sinema, zıpırlık yaparak var olmaya devam
ediyor.
Sinema
ve edebiyat (daha çok edebiyat ve senaryo) kimi zaman iki yakın dost, kimi
zaman kardeştir. Tabii birlikte aynı evde yaşamalarının sıkıntılı olduğunu,
eğer mutlu olmak istiyorlarsa ikisinden birinin mutlaka taviz vermesi
gerektiğini düşünüyorum. Tabii, amafilmkitaptakigibideğilgillere aldırış
etmezlerse…
Nefise Abalı
Teşekkür ederim Nefise abla. :) "Howl's Moving Castle" benim için özel animasyonlardan biridir. Bu yazında yer verdiğin için mutlu oldum. :) Kitabını okumamıştım okumayı düşünüyordum ama filmini o kadar beğenmiştim ki kitabında aynı tadı alamayacağımdan korkup okumamıştım. ��
YanıtlaSil"Edebiyat mı, senaryo mu?" Bu sorunun cevabını oldukça güzel vermişsiniz. Size katılıyorum her anlamda. İkisi de kardeş gibi, farklı sanat türü. İkisi de birbirinden beslenir. İkisi de bize hikaye anlatır. Sadece biri bize yardımcı görseller sunarak işimizi kolaylaştırır, diğeri hayal gücümüzle yeni dünya kurmamızı sağlar. Sonuçta dünyanın ikisine de ihtiyacı var, kavga etmelerine gerek yok. ��
Yazı için tekrar teşekkür ederim. Beni çok mutlu ettiniz. :)
Peki bizim edebi eserlerimiz içinde bir animasyon filme uyarlanabilecek olan var mı sizce? Yani hiç okuduğunuz bir roman ya da öykü ya da bir hikaye için "bunun da ne güzel filmi olur" dediğiniz oldu mu hiç?
YanıtlaSilMerhaba, elbette olmuştur, ancak üzerinde çalıştığım ya da not aldığım bir yapıt yok şu an.
YanıtlaSil