banner

18 Temmuz 2014 Cuma

Bitmeyen Tartışma

Bu yazı Lacivert Dergisi'nin 57. sayısında yayımlanmıştır. 

Yürüyen Şato’nun Kitap Kapağı
     Kitaptan uyarlanmış bir filmden çıktığınızda mutlaka bu cümleyi kurmuşsunuzdur ya da duymuşsunuzdur: “Ama film, kitaptaki gibi değil. Kitapta daha güzel anlatıyordu”. İlkin kitabını okuduysanız elbette kitapta daha güzel anlatılır, çünkü süre sınırlaması yok, yaz yazabildiğin kadar… Maliyet sıfır, hayal et edebildiğin kadar… Takım işi değil, tek başına git gidebildiğin kadar…  

     “Filmi, kitaptan daha güzel” diyenine rastlamadım hiç. Belki siz rastlamışsınızdır, onu bilmemem. Ama kitaptan uyarlanan filmler her zaman eksik kalmıştır. Görsel anlamda kitabı geçtiği olmuştur elbette. Yine de insanın harflerden zihnine aktarıp hayal ettikleri her zaman en güzelidir. Sonuçta film, yönetmenin ve senaristin gözünden bakmaktır. Orada film ekibinin yarattığı tek bir dünya vardır ve hepimiz onu izleriz. Oysa kitap öyle değildir, her okurun kitabı alımlaması birbirinden farklıdır. Her kitap, farklı okurların elinde farklı dünyalara dönüşür.
     Hem sekiz yıl edebiyat okumuş, hem de sinema ve animasyon sektöründe çalışan biri olarak edebiyat ile sinema arasındaki ilişkiye çok yakından tanık olduğumu belirtmeliyim. Söylediklerim havada kalmasın, yere sağlam bassın diye de Diana Wynne Jones’un yazdığı Yürüyen Şato (Howl’s Moving Castle) kitabından ve Hayao Miyazaki’nin yönetmenliğini yaptığı “Yürüyen Şato” (Howl’s Moving Castle) animasyon filminden karşılaştırmalı olarak yararlanacağım. Hem kitapta hem filmde bir büyü sonrası yaşlı bir kadına dönüşen Sophie, bu hâlde görünmemek için evinden ayrılarak bir yolculuğa çıkar. Sophie, tekrar eski hâline dönme umuduyla bir süre büyücü Howl’un şatosunda yaşar ve bu süreçte Sophie ile Howl yakınlaşır. O sıralarda büyük bir savaş yaşanır ve Howl da bu savaşı durdurmaya çalışır. Ve tata tataam: Mutlu son.  Sonunda savaş biter, Sophie ve Howl da birbirlerine sevdiklerini söylerler.

            “Yürüyen Şato”nun Film Afişi               
Öncelikle sinema ve edebiyatın ayrı dünyaların insanı olduğunu kabul etmelisiniz. Evet, ikisini birbirine çok yakıştırıyor olabilirsiniz. Ama şunu da artık görmelisiniz, bu devirde birbirine yakışmaktan çok daha önemli şeyler var. Örneğin maddiyat! Yönetmen Miyazaki, Yürüyen Şato kitabını eline alıp baştan sona animasyonunu yapmaya kalksa bu hem yıllarına hem de bayağı yüklü bir bütçeye malolacaktır. İşte bu yüzden “Yürüyen Şato” filminin senaristi Reiko Yoshida, Yürüyen Şato romanını animasyon filmine uyarlamıştır.
     Birçok romanda olduğu gibi Yürüyen Şato’da da yan olaylarla ilerleyen bir ana örgü var. Bazen bu yan olaylar aracılığıyla çok da önemli olmayan durumlara yer veriliyor. Roman dünyasında bunun başlıca sebebi karakteri daha yakından tanıma ve hikâyeyi güçlü bir yapıya oturtma isteğinden kaynaklanıyor. Ancak film dünyasında ana hikâyeye doğrudan temas etmeyen olaylara yer vermeniz süre açısında pek mümkün değil. Sonuçta bir saatle üç buçuk saat arasında bir şeyler anlatmaya çalışan bir yapıdan söz ediyoruz. Ki genelde hikâyeye doğrudan temas etmese bile önemli olduğu düşünülen yan olaylar ya da sahneler kitaptakine göre daha kısa sürede verilmeye çalışılıyor. Ancak hepimizin bildiği gibi, yazarın 300 sayfada anlattığını senarist 100 sayfada anlatmak zorunda kalıyor.
     Sinema ve edebiyat, yetiştikleri ortam ve kuşandıkları kıyafet açısından da oldukça farklılar. Edebiyat; kâğıt, kalem, daktilo ve Word dünyasında efendi efendi yaşarken sinema; kamera, video, ışık, animasyon, efekt, oyunculuk vs. dünyasında günü gün eder. Edebiyat sözcükleri ve harfleri kıyafet olarak kullanırken sinema, görüntüyü yani görsel olan her şeyi giyinip çıkar. Örneğin, Yürüyen Şato kitabında yazar Jones, 10 sayfa boyunca hikâyenin geçtiği yeri ve karakterleri tanıtır. Oysa sinemada bunu yapmanız süre açısından sizi zorlayabilir. Burada senarist karakterleri tanıtmayı es geçerek direkt hikâyenin ortasından girer. Tanıtım kısmını ise diyaloglar ve görsel üzerinden verir. Öyle ki filmin başında Sophie’nin üvey annesinden ve kardeşinden haberimiz olmaz, hikâye ilerledikçe ve yeri geldikçe onları tanırız. Sophie’nin Howl’la tanışması da kitapta oldukça geç verilmiştir. Gerçi başlangıçta bir adamdan söz edilir ama onun Howl olup olmadığı pek net değildir. Filmde ise Howl, hemen ikinci sahnede görünür. Kitabın aksine Sophie ile Howl’un tanışmaları ve yürümeleri etkileyici bir biçimde görselleştirilmiştir. Howl, ilk tanıştıklarında Sophie’nin ellerinden tutarak onu gökyüzünde yürütür. 

“Yürüyen Şato” Filminin Gökte Yürüme Sahnesi
Bu sahne filmdeki en güzel sahnelerden biridir. Tabii kitapta böyle bir sahne yazmıyor. Muhtemelen senarist, bu anı unutulmaz kılmak ve Sophie’nin Howl’dan hoşlanmasını pekiştirmek için böyle büyülü bir sahne tasarlamış. İlerleyen sahnelerde de aynı durum söz konusu. Kitapta görselleştirilmeden düz bir şekilde anlatılan birçok durum, filmde estetik bir şekilde görsele dönüştürülmüştür. Bunun başarılı örneklerinden biri de yürüyen şatodur. Kitapta çok fazla detaylandırılmamış olan şato, filmde öyle güzel bir şekilde tasarlanmıştır ki etkilenmemek elde değil.

 Howl’un Yürüyen Şatosu
Sinema ve edebiyatın birbirini beslediği düşüncesine katılıyorum. Ama bu beslenme sadece ikisine özgü değildir. Heykel ve resim de edebiyatı ya da sinemayı besler. Yani temelde bütün sanat dalları birbirini besler, birbirine katkıda bulunur. Belki bu noktada itiraz edenler, ama edebiyat sinemaya diğer sanat dallarından daha kolay aktarılıyor diyenler çıkabilir. Bence edebiyat sinemaya aktarılamaz. Aktarılıyor olsaydı, bir romanı olduğu gibi sinemaya aktarır ve adına da uyarlama demezdik. Biz romanı ancak değiştirerek, görselleştirerek ve kısaltarak sinemaya uyarlayabiliyoruz. Uyarlama aşaması için Çöl Cadısı’nın Sophie’ye büyü yaptığı kısmı örnek verebiliriz. Kitapta “Avucunu açarak elini Sophie’nin yüzüne savurdu” ifadesi yer alır. Filmdeyse siyah elbiseli Çöl Cadısı şeffaf bir hayalete döner ve afilli bir şekilde uçarak Sophie’nin üstünden geçer. Geçtikten sonra söylediği diyalogla Sophie’ye büyü yapıldığını anlarız. İki sahneyi de hayal edin, peki hangisi hoşunuza gitti?
     Gelelim sanat ve popülerlik meselesine… Genelde yazar, popüler olma kaygısı gütmez. Belki de bu yüzden edebiyatın sanatsal yönü ve bireyselliği daha ön plandadır. Sinema yapıyorsanız eğer maliyet göz önünde bulundurulduğunda genelde popüler olma ve izlenme kaygınız yüksek olur. Hem kaliteli ve estetik bir film çekmek istersiniz hem de geniş bir kitlenin filmi izlemesini istersiniz. İşte o zaman endüstriyel sanat ortaya çıkıyor. Sonuçta birinin bunu satın almasını istiyorsunuz, hedef kitlenize ve onun ilgisine göre filmi oluşturuyorsunuz. Bu bağlamda kitabın filme uyarlanma kısmında epey bir değişiklik yapılacağı açıktır. Örneğin, Yürüyen Şato kitabında aşk teması çok fazla ön planda değildir. Hatta Howl, çapkın biri olarak anlatılır. Oysa filmde Howl’un Sophie’den hoşlandığı anlaşılır ve Howl başka hiçbir kızla görülmez. Bilindiği gibi aşk, film endüstrisi için vazgeçilmez bir temadır. İzleyiciyi yakalamak adına bazen olmadık bir hikâyede bile bir aşk yaşanır ya da film tamamen aşk üzerine kurgulanır.

“Yürüyen Şato” Filminde Mutlu Son

Temelde film, kitabın oldukça kısaltılmış ve basitleşmiş hâlidir. “Yürüyen Şato” filminde de, kitabında da Sophie’nin beyaz atlı prensini bularak mutlu olduğu vurgulanır. Ama ikisi de farklı araçlarla farklı yollardan bunu yapar. Örneğin, kitapta Howl’un çapkınlıklarından söz edilir ve hoşlandığı bir kadın gösterilir. Ki bu kadın Sophie’nin kardeşi Lettie’dir, ama aslında iki kardeşi de büyü yoluyla yer değiştirmiştir. Dolayısıyla bu kardeşi, aslında küçük kardeşi Martha’dır. Bu durum dikkatli olmayan bir okur için karmaşıklık yaratabilir. Oysa filmde bunlara hiç girilmez. Sadece Sophie ve Howl üzerine odaklanılır. Bu da sinemadaki “basit olan iyidir” prensibini destekler niteliktedir.
     Edebiyat ve sinema arasındaki tek ortak nokta ikisinin de bize bir hikâye anlatıyor oluşu. Tabii daha derin düşünecek olursanız tüm sanat dalları bir şey anlatmak ister. Bu durumda hikâye anlatıyor olmaları çok özel bir durum olmasa gerek. Bu noktada edebiyatın sinemadan ziyade senaryoyla bir ilişkisi olduğunu söyleyebilirim. Tabii o da çok iyi bir ilişki sayılmaz. İkisi de harfleri ve yazıyı malzeme olarak kullanır. İkisi de bir hikâye anlatır. İkisinde de ana olay örgüsü ve çatışmalar yer alır. Ancak edebiyat, edebî bir dil kullanırken senaryo dili teknik ve sinematografik bir dildir. Ayrıca senaryoda uzun uzun betimlemelere yer vermediğiniz gibi soyutlama yapmamanız gerekir. Şöyle ki romanda “Güneş nazlı nazlı doğarken Gülnur, hüzünle pencereden dışarı baktı” cümlesini, senaryoda “Güneş doğar. Gülnur başını eğer, gözleri dolu dolu pencereden bakar” şeklinde ifade etmeniz gerekir. Dolayısıyla senaryoda yazılan her şey görseli ifade etmeye yöneliktir. Bunu yaparken de durağan sahneler değil, müziğin, sesin ve efektlerin kullanıldığı hareketli sahneler oluşturulur.
     Uzun süredir sinema ve edebiyat arasında bir rekabet varmış gibi görünüyor. Aman da sinema almış başını gitmiş, kısa filmler daha popülermiş. Aman da artık kitap okunmuyormuş. Böyle dedikodular dolanıp duruyor ortalıkta. Bence ikisini birbiriyle kıyaslayarak yorum yapmamak gerekir. Evet, sinema günümüzde çok tercih edilen, geniş kitlelerce sevilerek takip edilen bir eğlence ve sanat türü. Ama onun çok tercih ediliyor olması, edebiyatın tercih edilmediğini göstermiyor.  Farkındaysanız edebiyat da yaşam hızımıza ayak uyduruyor. Nasıl çok fazla kısa film yapılıyorsa o kadar çok kısa, hatta tek cümlelik öyküler yazılıyor. Yoğun betimlemelerin bulunduğu metinler, yerini daha kolay ve çabuk algılanan sade ifadelere bırakıyor. Teknoloji geliştikçe hem edebiyatta hem sinemada yeni yollar, yeni sunuş biçimleri keşfediliyor. Ama yine de edebiyat, evin en büyük çocuğu olarak ağırlığını korurken evin küçük çocuğu sinema, zıpırlık yaparak var olmaya devam ediyor.
     Sinema ve edebiyat (daha çok edebiyat ve senaryo) kimi zaman iki yakın dost, kimi zaman kardeştir. Tabii birlikte aynı evde yaşamalarının sıkıntılı olduğunu, eğer mutlu olmak istiyorlarsa ikisinden birinin mutlaka taviz vermesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii, amafilmkitaptakigibideğilgillere aldırış etmezlerse…

Nefise Abalı


3 yorum:

  1. Teşekkür ederim Nefise abla. :) "Howl's Moving Castle" benim için özel animasyonlardan biridir. Bu yazında yer verdiğin için mutlu oldum. :) Kitabını okumamıştım okumayı düşünüyordum ama filmini o kadar beğenmiştim ki kitabında aynı tadı alamayacağımdan korkup okumamıştım. ��
    "Edebiyat mı, senaryo mu?" Bu sorunun cevabını oldukça güzel vermişsiniz. Size katılıyorum her anlamda. İkisi de kardeş gibi, farklı sanat türü. İkisi de birbirinden beslenir. İkisi de bize hikaye anlatır. Sadece biri bize yardımcı görseller sunarak işimizi kolaylaştırır, diğeri hayal gücümüzle yeni dünya kurmamızı sağlar. Sonuçta dünyanın ikisine de ihtiyacı var, kavga etmelerine gerek yok. ��
    Yazı için tekrar teşekkür ederim. Beni çok mutlu ettiniz. :)

    YanıtlaSil
  2. Peki bizim edebi eserlerimiz içinde bir animasyon filme uyarlanabilecek olan var mı sizce? Yani hiç okuduğunuz bir roman ya da öykü ya da bir hikaye için "bunun da ne güzel filmi olur" dediğiniz oldu mu hiç?

    YanıtlaSil
  3. Merhaba, elbette olmuştur, ancak üzerinde çalıştığım ya da not aldığım bir yapıt yok şu an.

    YanıtlaSil